Anoreksiya nervoza, yalnızca “yemek yememe” durumu değildir; beyin kimyasının, hormon sisteminin ve duygusal merkezlerin karmaşık bir biçimde etkilendiği ciddi bir psikiyatrik hastalıktır. Çoğu insanın sandığının aksine anoreksiya, şımarıklık, zayıf irade ya da estetik takıntı sonucu ortaya çıkmaz. Bilimsel olarak, bu hastalığın temelinde beyindeki nörokimyasal dengesizlikler, elektrolit bozuklukları ve hormon seviyelerindeki düşüş yer alır.
Anoreksiya beyinde özellikle hipotalamus, amigdala ve prefrontal korteks gibi bölgelerde işlevsel değişikliklere neden olur. Bu bölgeler, açlık-tokluk hissi, ödül sistemi ve duygusal kontrol mekanizmalarını yönetir. Araştırmalar, anoreksiya hastalarında serotonin ve dopamin düzeylerinde belirgin değişiklikler olduğunu, bunun da yeme davranışını, duygu durumunu ve motivasyonu doğrudan etkilediğini göstermiştir.
Aynı zamanda elektrolitlerin (özellikle sodyum, potasyum ve magnezyum) düşmesi, sinir iletimini bozar; tiroid ve kortizol gibi hormonlardaki dengesizlikler de metabolizmayı yavaşlatır. Yani anoreksiya, bedenden çok önce beyinde başlar.
Toplum baskısı, sosyal medya etkisi, çocukluk döneminde bastırılmış travmalar ve mükemmeliyetçi kişilik yapısı da bu süreci tetikleyebilir. Beyin, tehlike ve stres altında “yemeği tehdit unsuru” gibi algılayarak yanlış uyarılar göndermeye başlar. Bu yüzden anoreksiya bir diyet değildir; kişinin yemeğe karşı ilgisini ve isteğini kaybetmesi durumudur.
Bir anoreksiya hastasına “ye biraz, bak herkes yiyor” demek, hiç İngilizce bilmeyen birini Avrupa’nın ortasına bırakıp “konuşsana, herkes konuşuyor” demek kadar anlamsızdır. Çünkü sorun gıdaya ulaşamamak değil, beynin artık gıdayı istemiyor oluşudur. Dolayısıyla tedavi süreci, hastayı yemek yemeye zorlayarak değil, beynin yeniden sağlıklı sinyaller göndermesini sağlayarak yürütülür.
Bir anoreksiya hastasının kilosunu, dış görünüşünü ya da iradesini eleştirmek; “aklın yok mu, niye yemiyorsun?” gibi ifadeler kullanmak yalnızca hastalığı derinleştirir. Çünkü anoreksiya bir kaosla değil, şefkat, sabır ve empatiyle iyileşir.
Bilimsel olarak anoreksiya tedavisi, çok yönlü bir yaklaşımla yürütülür.
İlk aşamada, tıbbi stabilizasyon gerekir. Uzun süreli açlık sonucu gelişen elektrolit dengesizlikleri, kalp ritim bozuklukları ve organ fonksiyon kayıpları tedavi edilmeden psikoterapiye başlanmaz. Gerekirse hasta kısa süreli hastaneye yatırılır.
İkinci aşamada, beslenme rehabilitasyonu yapılır. Bu süreçte amaç hastayı zorla yedirmek değil, vücudun enerji dengesini yavaş yavaş yerine getirmektir. Diyetisyenler ve doktorlar iş birliğiyle oluşturulan programda, metabolik adaptasyonun güvenli biçimde yeniden kurulması sağlanır.
Üçüncü aşama, psikoterapidir.
Burada en etkili yöntemlerden biri Bilişsel Davranışçı Terapi (CBT-E) ve Aile Temelli Terapi (FBT)’dir. CBT-E, hastanın yeme davranışını yönlendiren hatalı inançları, beden algısı bozukluklarını ve travmatik düşünce kalıplarını değiştirir. FBT ise özellikle genç hastalarda ailenin tedavi sürecine aktif katılımını sağlar; çünkü anoreksiya yalnızca bireyin değil, çevresinin de yeniden öğrenmesini gerektirir.
Bazı durumlarda, antidepresan veya anksiyolitik ilaçlar (özellikle serotonin geri alım inhibitörleri – SSRI’lar) da tedaviye destek olarak kullanılır. Ancak bu ilaçlar tek başına çözüm değildir; yalnızca psikoterapiyle birlikte etkili olur.
Tedavinin en önemli unsuru sabırdır. Anoreksiya, ortalama olarak aylar hatta yıllar sürebilen bir iyileşme süreci gerektirir. Beyin kimyası yeniden dengeye geldiğinde, kişi yavaş yavaş yemeğe karşı doğal ilgisini geri kazanmaya başlar.
Unutulmamalıdır ki anoreksiya bir kimlik krizi değil, bir biyolojik ve psikolojik hastalıktır.
Ve her hastalık gibi doğru destek, doğru tedavi ve doğru anlayışla iyileşebilir.